Tuesday, December 11, 2018

Neden Türk dizisi izlemem


Bir keresinde havaalanında yanıma genç bir kadın yaklaştı. Dostane bir tavırla çocuklarımla hangi dili konuştuğumu sordu. Türkçe dediğimde haklı olduğunu teyit etmenin onurlu gülümsemesiyle karşılık verdi. “Anlamıştım. Birkaç Türk dizisi izliyorum. Ülkeniz çok güzel...” dedi. Ben pek izlemiyorum ama annem sever, hangi dizileri izliyorsunuz, diye sordum. Annemle hayatlarında başka ne ortaktır bilemiyorum ama ikisi de İstanbullu Gelin’e hayrandı...

Yıllar önce Lübnan’dayım. Bir antik kent çıkışında harika el yapımı zeytinyağı sabunları buluyorum. Satıcı nereli olduğumu öğrenince “Aaaa ben Aşk-ı Memnu’yu izliyorum. İstanbul’da ne kadar güzel evlerde yaşıyorsunuz!” diyor ve üstüne bir de sabun hediye ediyor...

Bense ciddi anlamda en son Çemberimde Gül Oya’yı seyrettim. Biraz da İstanbul’da yaşadığımız yıllarda Xavier’e ilginç geldiği için Muhteşem Yüzyıl seyretmişliğimiz var. Hepsi bu. O yüzden dizilerle ilgili ahkam kesmek asla haddim değil. Bilakis neden yerli dizi izlemediğimi yazmam lazım.

Bir süredir Belçika Netflix’te çok az rastlanan Türk dizilerinden birini izlemeye başladım. Özellikle ütü yaparken, sebze soyarken falan Türkçe bir şeyler izleyebilmek için. Baktım Kördüğüm diye bir dizi, oyuncular iyi, açılıştaki hikaye ilginç (İtalya sokaklarında hız yapan bir arabada esas oğlan, doktor esas kız, bir yanda onun kocası, esas oğlana silah doğrultan ama bölüm sonunda intihar eden kanserli bir anne). İlk bölüm ilerleyince fark ettim ki bölüm süresi 2 saat. Sonraki bölümlerde bu süre 2.5 saate yaklaştı. Bölüm bilgilerine bakınca gördüm ki birkaç bölümde süre 160 dakikalara kadar çıkıyor. İkinci sezonun ortalarında artık bu diziyi seyredemeyeceğimi anladım.

Sektörde çalışan, çok iyi işler yapan arkadaşlarım var. Ama üzgünüm, kendime bunu yapamam. Yani başlarda izliyordum ama hikaye ilerledikçe gerçekçilikten uzaklaşılması beni biraz sinir etti. Eminim o senaristlerin de çok bir şansı yok. Fabrikasyon bir şekilde her biri sinema filmi kadar uzun süren haftalık bölümleri yazmaları lazım. Peki izleyici? İzleyici bunu kabul etmek zorunda mı?.. Ben kabul etmiyorum. Çünkü...

  • Ali Nejat ve Naz’ın aşkı güzel başladı. Arada Umut vardı, Naz’ın kocası ama onu çok güzel şekilde aradan çıkardılar. Umut hatalar yaptı, kendini kaybetti, Naz’ı aldattı, küfürler edip adam dövdü, mafyaya bulaştı. Yani senaryo biraz gözümüze soktu. Naz daha iyisini hak ediyor!
  • Ali Nejat ise geçmişte çok büyük hatalar yapmış, hız yaptığı arabada küçük bir çocuk, yeğeni ölmüş onun yüzünden (çünkü çocuk ön koltukta oturuyor ama emniyet kemeri yok) ama çok çekmiş, artık bir derviş gibi sabırlı. Naz’ı çok güzel seviyor uzaktan, onu bekliyor ve sonunda Umut’un aradan çekilmesiyle kavuşuyorlar.
  • Yalnız evlenmeye karar verdiklerinde bile sarılıp uzaklara bakıyorlar, sevgi sözcükleri söylüyorlar, hepsi bu.
  • Öte yandan, mesele dizinin ahlakçı takılması ise ve bu yüzden Naz ve Ali Nejat asla fiziksel olarak yakınlaşmıyorsa neden kötü karakterler öpüşüp sevişebiliyor? Umut ve tek gecelik ilişkisi, Murat ve Neslihan’ın geçirdiği gece... Üstüne Umut ve Neslihan’ın yakınlaşmaları, sokaklarda öpüşmeleri falan... Yani madem bunlar olabiliyor da neden sadece yan karakterlerin tutkulu anlar yaşama hakkı var? Ali Nejat ve Naz gerçek dışı bir şekilde “edepli” gösteriliyor ama ben izlerken şunu düşünüyorum: Dizinin yapımcısı ve tüm ekip izleyiciden korkuyor. Bu karakterler şarap içip parti yapabiliyor ama aşk çok ayıp bir şey. Birbirlerine dokunurlarsa büyü bozulabilir. İzleyici rahatsız olabilir. Galiba izleyici aşkın ne olduğunu bilmiyor, ekranda izlerse fena halde gıcık olabilir!
  • İkinci sezonun ortalarında Ali Nejat’ın eski aşkı Eylül giriyor diziye. Ama bu yeni entrika bile ilgimi çekemiyor, bende heyecan uyandıramıyor.
  • Bu arada Kaan isimli bir çocuk var, Ali Nejat’ın oğlu. Ben bölümlerce merak ediyorum bu çocuk kaç yaşında... Ve çok ilerleyen bir zamanda 6.5 yaşında olduğu lafı geçiyor. Peki bu çocuk neden okula gitmiyor? İlk sezonda bir anaokuluna deneme dersine götürdüler ama İstanbul’da ne çeşit yerler var, Ali Nejat bayağı bir zengin ve o gittikleri okul hiç o profile uymuyor. Neyse Kaan orada mutlu olmuyor ve böylece okul serüveni bitiyor. Hiç gerçekçi değil!
  • Sonra etrafındaki herkes sürekli Kaan’a bir şeyler yedirmeye çalışıyor. Bana gına geldi, rahat bırakın bu çocuğu diyesim var! Bir de ağzına besliyor sürekli onu çok seven aile. Yok artık!
  • Yine de bütün yukarıda saydıklarım sadece detay. Dizinin en sıkıntılı kısmı, hiçbir diyalogta derinlik yok. Ali Nejat’ın hayali araba üretmek. Peki, çok güzel. Ama bir “araba projesi” lafı var, sadece bu uçuşuyor havada. Düzgün bir çizim, teknik detay falan görmüyoruz arabalarla ilgili. Umut bu işin tasarımcısı ama arkadaş biraz teknik özellik ver, izleyici anlamasa da arada sektörden birileri vardır onların ruhu okşanır!
  • Naz ise çocuk doktoru. Ama düşük yapınca bebeğimi kaybettim, diyor. Allah aşkına doktorlar böyle mi konuşur? Üstelik çocuklarla çok ilgili, cici ve nazik bir doktor. Ama onun da diyalogları sıradan vatandaştan öteye gidemiyor. Doktorlar kendi aralarında bile hep halk diliyle mi konuşur...
  • Diyaloglar demiştik. Mesela Naz ve Ali Nejat bir kaçamak yapıp dağ evine gidiyorlar. Naz, ne iyi oldu buraya geldik, diyor. Birkaç sahne sonra buraya geldiğimize çok sevindim, diyor. Dönüş yolunda da çok huzurlu bir yermiş, iyi ki gittik, diyor. Benzeri diyaloglar ara ara hep yaşanıyor. Ben kurdeşen döküyorum...
  • Ali Nejat'ın bir çocuğun ölümüyle sonuçlanan bir kazadan öylece sıyrılması, mahkeme, hapishane falan görmemiş olmasına ise hiç hayret etmiyorum. Demek herkesin kafasında oturmuş bu, bana ne oluyor...
  • Annem olsa şunu der: “Çok iyi oyuncular var ama!” E oynasınlar o zaman. Hem tabii ki sinema ve tiyatrodan çok iyi oyuncular olacak. Bölüm başı o kadar parayı bana vermezler ya!!
Kapanış olarak şunu söylemek yanlış olmaz herhalde... Bu dizinin 2 sezonu, the Game of Thrones'un 7 sezonuna falan denk gelir süre olarak. Ya da Breaking Bad'in 5 sezonluk tüm bölümlerine bakarsak her bölümde kimya dersinden hatırlayamadığımız ama "Vaaay be!" diyerek hayran kaldığımız teknik detaylar... The Big Bang Theory'de mesela anlamadığımız ama doğruluğundan emin olduğumuz, havada uçuşan bilim var. (bir keresinde kuzenim Esra'ya hayranlıkla sormuştum, kendisi fizikçidir ve Big Bang izlerken daha aşırı bir keyif alıyor mudur diye...)

Üzgünüm memleketimin dizisi, sezon finalini bile izlemeyeceğim. Buraya kadarmış, kendimi azat ediyorum.


-       

Monday, September 04, 2017

Elif 1 yaşında!

Bu sabah Melissa ve oğlu Pedro misafirimizdi. Pedro ile resmen keyifli vakit geçirdi Elif. Hep izledim onu. Misafirler gidince de bol bol baktım, izledim, anlamaya çalıştım, nasıl geçti koca bir sene...


Melissa çekmiş, Pedro'nun görüş günü...


Geçen sene tam bu saatlerde hastane odasında Elif'i karşıma almış ona hayran hayran bakıyordum. 2 saat olmamıştı henüz doğalı. Ben ona ilk bakışta aşık oldum! Bir de öncesi var, doğuma gitmeden önce evde yaşadığım duygular...

Sabah 10 gibi başladı sancılar ama çok seyrek, 1 buçuk saat sonra geldi yenisi. Ama deneyimliydim, anladım, o gün doğacaktı küçük hanım. Öğleden sonra hadi artık hastaneye gidelim derken Theo yemeğini yesin, öğle uykusuna yatsın öyle çıkalım istedim. Bekliyoruz, Theo mutfak masasında her şeyden habersiz lokmaları ağzına götürüyor. Theo'ya baktım, berbat bir duygu kapladı içimi. Panikledim. Biz ne yaptık? Bu çocuğun hayatı nasıl değişecek, nasıl böyle bir şeye kalkıştık. Evet doğuma birkaç saat kala bunu düşünmem son derece saçma! Sonra? Elif 22.05'te dünyaya geldi ve ben onu görür görmez tarifsiz bir coşku yaşadım. Eve gidelim, bir an önce herkes işine, okuluna gitsin ve ben onunla yalnız kalayım istedim... İşte böyle başladı. Hatırladığım en net duygu: coşku. Sevgiyle, aşkla dolup taştım...

Sonrasında Elif uykusuzluklarıyla, emme ve yeme sıkıntılarıyla ve çıkmaya çalışan ama yılan hikayesinden komplike dişleriyle canımıza okuyacaktı. Ama benim için Elif tam anlmıyla şudur:



Neden bilmiyorum ama Theo hep çok komik bir kardeşi olduğunu söyler. Zaman içinde ablam ve Mukaddes gibi farklı kişiler de hep birbirinden habersiz komik bir kız olduğunu söyledi Elif'in. Galiba gerçekten komik bir kızım var. Saçı ve tipi itibarıyla o aslında bir Çakıl Moloztaş'tır...



İşte bunların karışımı Elif oluyor!


Bugün uzun uzun düşündüm, klişe biliyorum ama ben bebekliğine doyamadan toddler oluyor. Yakında yürüyecek, bağımsızlaşıyor, aklı fikri bir şeyler keşfetmekte. Bu kokusunu nasıl hatırlayacağım? Hafızaya kazınabilir mi kokular? Theo'nun ilk yıllarında ne çok yazmışım, kayda geçmiş, Elif'in hallerini hatırlayabilecek miyim...

Fincan gözlü, fiyonk ağızlı, komik kızım... Aksiyon varsa uykuyu pas geçiyorsun ya, eğlencenin merakın peşinden gidiyorsun ya... Hep böyle hayattan keyif alabilmeni istiyorum. Fazla ciddi ve pastel renklerdeki hayata 'magenta' rengi gibi geldin sen. Hep sevelim birbirimizi, hep yanyana olalım. Oynayacak çok oyunumuz, okuyacak çok hikayemiz var. Seni hep çok seveceğimi biliyorum.

Şimdi azıcık nostalji...


















Saturday, June 10, 2017

Annelik sınavı


8 Haziran
Bugün annelik sınavlarından birine girdim...
Brüksel'e geleli 2 hafta olacak yakında, evimize geçeli dün bir hafta oldu. Yağmurlu bir gün dışında her gün parkları ve oyun alanlarını keşfettik. İki çocukla yapılabilecek en iyi şey dışarıda olmak. Hem herkesin enerji seviyesi hem de ruh sağlığı için...
Bugüne kadar parklar ya boştu ya da küçük çocuklu anneler vardı, her halde doğru saatte gitmediğimiz için. Bugünse günün ikinci yarısını parkta geçirdiğimizden, bir grup çocuk geldi. Belki anaokulu dağılmıştı ve onlar zaten sınıf arkadaşıydı.
Theo'nun yersiz utangaçlıkları vardır, bilirim. Bugünse aksine çocuklar gelir gelmez daha yeni aldığımız kum oyuncaklarını kaptı gitti onlara gösterdi, birlikte oynayalım, dedi. Çocuklar ilgilenmediler, hemen yaşını sordular. Kahraman edasıyla 4 yaşında olduğunu söyleyince "Küçüksün..." dediler. Amiyane tavırla: iplemediler. Yüzündeki o ifade... Theo birden bebek oldu gözümde. O özgüvenli, kendini harika ifade eden çocuk suspus oldu, kanadı kırıldı. Sonra onların oyununu seyretti, bir türlü içlerine giremedi. Upuzun çubuklarla balon üflediklerinde içi gitti. Theo bak ben Fransızca konuşamıyorum ama sen gidip ben de bir kere üfleyebilir miyim diyebilirsin, dedim. Sesi çıkmadı. En azından onların yaptıkları balonları yakalayabilirsin, dedim. İstemezler, daha önce sordum, istemediler ki... dedi.
Galiba ebeveynliğin zor bir sınavı çocukların büyük duygularla baş etmeleri gerektiği gerçeğine katlanmak. Sorunları onlar adına çözmek ya da öne atılmak işe yaramayacak. Yaşayacaklar ve öğrenecekler... Biliyorum ki diğer çocuklar kaba ya da dışlayıcı değildi, zorba değillerdi. İleriki yıllarda öyle durumlarla da tanışacağız muhtemelen. Elif'in Kanada'da Demir'i nasıl parkta gizlice izlediği geldi aklıma. Demir henüz o çocukların dilini konuşamadığı için Elif tetikteydi, ne yapacak, onlarla nasıl iletişim kuracak, oynayacak mı diye... Almanya'daki küçük Kenan da yaşadı bunu Amerika'daki Ömer de. Biz şanslıydık ki Theo harika Fransızca konuşuyor. Ama bugün sonuna kadar hissettim parkta 'yabancı' ve 'yeni' olmayı. Ben de giremedim o annelerin içine. Abbasağa parkında yaşansaydı aynı olay nasıl sonuçlanırdı diye düşünmeden edemedim... (Tabii ki Theo'nun baloncuklu oyuncağa nasıl baktığını gören anneler onu çağırıp "Gel çocuğum bir kere de sen dene!" derdi. Ama burası Avrupa!!!)
2 haftadır hiç arkadaş görmedi Theo. Sadece 1 gün öğleden sonrayı kuzenleriyle geçirdi. Tam gün tam gaz kreşe giden, bütün günü arkadaşlarıyla okulda ve parkta geçiren çocuğu oyuncaksız boş eve tıktık- çizgi film yok, TV ve internet yok. Tabii ki bu şartların da başka kazanımları oldu, onu ayrıca yazacağım. Ama bu çocuk bu kadar hasretken arkadaşa, ilk fırsatta içine düşen duygulara bak. Zalimsin felek!
Sınav sonucu: Bu sınavı geçemedim. Bir çok kitaba göre yanlış yaptım. En sonunda gittim o anneye baloncuk oyuncağını nereden aldığını sordum. İngilizcesi çat pat olduğu için belki daha fazla konuşamadık ama aldığı yeri öğrendim. Bizim çocuk da bir üflese ya, diyemedim çünkü dayanıksız bu oyuncaklar. Bozulur, elinden kayar suyu dökülür, güvenemedim. Burası Avrupa... Theo’ya döndüm “Bak Theocum parkta, diğer çocuklarda gördüğün her oyuncağı alamayız. Daha bugün sana kum oyuncakları aldık. Ama onu ne kadar istediğini görüyorum, istersen o dükkan yolumuzun üzerinde, oradan bir tane alırız, eve gidince balkonda üflersin balonları.” dedim. Onun yüzündeki ifadeyi görünce anladım; kitaba uymasa da kararım, bu sınavı verememiş olsam da o an doğru hissettiğim seçeneği işaretlemiştim ve hiç pişman olmayacaktım.


Arkada ayakları görünen pusette Elif uyurken biz...



Sunday, May 07, 2017

Devir...

Bir devir bitiyor. Yeni bir yolculuk başlıyor...

Ben hiç macera istemezken... Artık alışkanlıklarımla mutluyken...

Elif Lea 8 aylık oldu. Fiyonk ağızlı, fincan gözlü kızım benim. Daha onu yazamadım... Biraz dağılmış haldeyim. Tam da bu dönemde gidiyorum.

Ne demiş Yahya Kemal?
Ölmek kaderde var, bize üzüntü vermiyor;
Lakin vatandan ayrılışın ızdırabı zor.

Vatan? İstanbul? Memleket?..

Benim için ailem ve arkadaşlarım var. Sokağımdaki sucu var mesela gidişimize üzülen. Abbasağa parkındaki ağaçlar var... Şahane anneler grubum var. Mayaladığım yoğurt tutmadığında hooop Elif'e ev yoğurdu getiren, kaka sorunu var ama ben dışarı çıkamıyorum diye bir poşet ıspanakla uğrayan, mevsim dışı tatilimiz için Elif'e asla bulamayacağım yazlık giysileri hızır gibi yetiştiren annelerden bahsediyorum! 

Sanırım bana ızdırap veren Beşiktaş'tan ayrılmak. Mutfak penceremden bana gülümseyen masmavi deniz, Theomun parktaki arkadaşları... Ayrılık bunlar olsa gerek.

Oysa nasıl da aşıktım İstanbul'a... Üniversitedeyken İstanbul dışında bir yaşam düşünemiyordum. Tabii o zaman nüfus 10 milyon falandı sanırım. Londra'ya gittim. Yine dönecektim, İstanbul beni her fırsatta çağırdı. Şimdi yedi buçuk yıl sonra... Nefes alınamaz oldu bu şehirde. Ama daha önemlisi, bu ülke çocuklarını sevmez oldu. Ve ben anne oldum...

Artık gitme zamanı. En azından deneme zamanı... Xavier'in iş bulması onun şehrine, Brüksel'e gitmemiz için bir fırsat oldu. Denememiz lazım. Çocuklarımla daha fazla vakit geçirmem lazım. Çünkü Theo'dan Elif'e benim en büyük deneyimim nasıl çabuk büyüdüklerini görmek oldu... Onlarla olmak için bir fırsat bu. 

Macera? Yeni bir şehir? Yeni bir dil?.. Hayatımın oldukça tembel bir döneminde bunlar hiç heyecan uyandırmıyor. Ama gidiyoruz. Gidiyorum.

Gidiyorum.

------------

Eskiden şöyle düşünürdüm: Ayrılıklarda hep geride kalan daha çok hüzün taşır. Giden nasılsa yeni bir hayata adım atmıştır. Yeni heyecanları, umutları vardır. Dolayısıyla özlemeye, geri dönüp bakmaya pek fırsatı olmaz. Geride kalan yalnızın boşluğunu hisseder, anılara tutunur. En çok o üzülür...

Şimdi şunu biliyorum: Geride kalan özleyecek ama hayat kaldığı yerden akacak. Bu ülkede gündelik aksiyonlar ya da hafif yaşam sarhoşlukları, orta sınıf alışkanlıkları dolduracak yine günleri. Arada "Gittiler ama iyi yaptılar. Zaten kocası yabancı, neden geldiler ki buraya. Hem orada standartlar daha yüksek..." diyecekler arkamızdan, biraz Facebook like'ları falan, kalpli ifadeler... Hayat akacak. Giden ise en sevdiklerinin arasında yalnızlığın -de halini yaşayacak. "Brüksel'de" olacak.

Vakit çok azaldı.

Haftaya bugün evimiz, parkelerini iki kişi sırtlanıp üçüncü kata kendimiz çıkardığımız evimiz bizsiz kalacak. Eşyalara ve şey'lere çok bağlanmamak lazım tamam da her santiminde emek var. Yabancı koca olunca bütün ustalarla kendim uğraştığım koca bir tadilat var, benim emeğim var.

Sonrasında iki hafta annemde kamp kuruyoruz. 27 Mayıs'ta yeni evimizde, Brüksel'deyiz. 

Zaman dar ama uğrayabilen, görmek isteyen dostları bekleriz.

Hüzünden anlamayan güleç bir kızım ve dünyayı sallayacak bir oğlum var. Onlar yanımdayken vedalaşmak imkansız. Belki karşılıklı iki gülümseriz. Güzel olur.


Monday, March 09, 2015

Açık Kapı


Tam iki dakika önce yaz sıcağını terli ensesinde hissetmiş, küçücük bir esintinin hayalini kurmuştu. Şimdi araftaydı, uykunun sakinleştirici kollarını kucaklamak üzereydi ama bir ayağı da burada, sıcağın duvarlarına hapsolduğu uyanık dünyadaydı. Tam öte yana geçecekken bir tıkırtı duydu, yarı kapalı gözlerini dikkatle açtı. Dinledi. Rüzgâr olabilir miydi, balkon kapısından içeri yanlışlıkla giren bir kuş, herhangi bir şey… “Bu saatte?..” diye düşünüp çürüttü kendi fikrini. Basbayağı bir ses duyuyordu. Dengeli, yavaş ama durmayan adımların tıkırtısını...

Yanında yatan kocasını dinledi. Horlamasa da nefes alış verişleri duyuluyordu, belli ki derin bir uykudaydı. Ne şans! Eğer oturma odalarında bir yabancı hatta bir hırsız varsa hemen şu an uyuyabilmeyi nasıl da isterdi! Küçük bir hareketle dürttü onu. Andy, muhtemelen horladığı için dürtüldüğünü düşünerek yanına dönüp pozisyonunu değiştirdi. Salondan gelen sesler devam ediyor ama Andy uyanmıyordu. Yavaşça arkasından uzanarak Andy’nin ağzını kapattı. Tıpkı o bilindik filmlerde adamların kadınlara saldırırken ağızlarını tutup sessiz olmalarını işaret ettikleri gibi. Ancak Andy’nin yüzünü göremediği için belli belirsiz kulağına fısıldadı “Be quiet. There is someone in our living room.Shashhh…” ve yavaş bir hareketle bıraktı kocasını. Andy telaşla arkasını dönüp karısına baktı. Oturma odasından koridora uzanan sokak ışıkları yatak odasına grimsi bir aydınlık katıyordu. Bu ışıkta Andy’nin yüzündeki acı ifade çok net görülüyordu. Artık tamamen uyku dünyasından kopmuş, bu odaya uyanık dönmüştü…

Muhtemelen bir dakikayı geçmeyecek bir zaman diliminde telaşla, korkuyla ve çaresizce baktılar birbirlerine. Gözleriyle ve mimikleriyle anlaştıkları üzere uyuyormuş numarası yapacaklardı. Hırsız ne alırsa alsın ve gitsin diye düşündüler, tek istedikleri şu an yan odada acemi gürültüler yapan o adamla karşılaşmamaktı. Andy asla belli etmemeye çalışsa da düşünmeden edemiyordu, bu Türkler hırsızlardan konuşurken uyutucu spreylerden bahsediyorlardı hep. Ya hırsız bir sprey gazla ikisini de uyutur ve o halde karısına saldırırsa diye daha da çok korktu.

Dakikalar geçiyor, hırsızın cilalı parkeler üzerinde çıkardığı sesler ağır aksak devam ediyordu. Bu küçücük evde, neden bu adam bir an önce işini halledip de gitmiyordu sanki? Yatak odasından sadece beş metre uzakta kesik kesik sesler duyuluyor, ardından ev yine sessizleşiyordu.

Aslı yavaş yavaş doğruldu yatağın içinde. Polisi aramak için bir yol düşündü. Keşke annesini dinleyip de cep telefonlarını yatak odasının dışına terk etmeseydi. Al işte, diye düşündü, radyasyondan kurtulalım derken hırsıza yakalandık! İki cep telefonu ve telsiz ev telefonu, hepsi de oturma odasındaydı.

Aslı sabah ezanını düşündü. Öyle ya, ezan vakti yakınsa birazdan gün aydınlanacaktı, hırsız da panikleyip kaçardı her halde. Saatine bakmayı nihayet akıl etti, 03.15. Sabah ezanına 1-2 saat olmalı daha, offf!.. diye geçirdi aklından. Andy de saate baktı ama yüzü son derece şaşkın ve ifadesizdi. Bir yandan da düşünüyordu neden balkon kapısı açıktı, elbette bu sıcak gecelere dayanmanın başka bir yolu yoktu ama önceki yaz kapılar kapalı uyumuyorlar mıydı? Ah inat etmeseydi, “Doğa düşmanı değilim, ben evime klima sokmam, enerjiyi sokağa atmam!” diye tutturmasaydı, bu sıcak gecelerde kapılar kapalı uyuyabilirlerdi…

Aslı’nın yavaş hareketlerle ayağa kalktığını gören Andy bağırmak istiyordu ama ses çıkaramıyordu. Bu kadın delirdi, diye düşündü. Aslı el kol hareketleriyle sesleneceğini anlattı, içerde neler oluyor, kim var görmek istiyordu. Hani pazar sabahı kahvaltı masasındayken kapı çalar da açmadan önce şöyle bir üstüne bakar ya kadınlar, Aslı da kendini gözden geçirdi, “İyi ki gecelik değil pijama giymişim.” diye düşünüp rahatladı.
Aslı “Kim var orda?” diye seslendiğinde Andy’nin kıpkırmızı yüzü çatlayacak gibi oldu. Bu kadın gerçekten deliydi! Bir an sessizlik oldu, cevap gelmedi. Andy kalkıp yanına gelirken Aslı bir daha seslendi:

-Kim var orda?

İçerden bir ses yükseldi:

-Sadece birkaç şey alıp gideceğim!

Aslı çaresiz, utangaç biraz da sabırsızca seslendi yan odaya:

-E alın da gidin o zaman. Lütfen…

İçerdeki ses, düşünceler âleminden zorlukla çıkmış gibiydi. Sakin ama gözü pek birinin tok sesiydi.

-Bakınıyorum, birazdan çıkarım.

Aslı kocasını dürttü, “Say something!” diye fısıldadı. Adamın onun tek başına bir kadın olduğunu düşünmesinden çekindi. Andy yarım yamalak Türkçesiyle seslendi:

-Çantada para yok mu?

Aslı gülmemek için kendini zor tuttu. Yan odadaki hırsızla odadan odaya konuşuyorlardı, üstelik bu dili konuşurken telaşlanan Andy’nin sesi her zamankinden daha cılız çıkıyordu.
Duyduğu aksan karşısında şaşıran hırsız, kitaplıkta duran fotoğraflardaki sarışın adamla tanışmış oldu böylece.

-Burada, masanın üstündeki kadın çantasında bir cüzdan var. Sadece bozuk para gördüm.
Aslı market alışverişinde üstünde nakit kalmadığını fark etmiş gibi oldu birden, hatta mahcup hissetti.

-Şey… Pek nakit taşımıyoruz biz ama banka kartlarım var, hemen bir ATM bulabiliriz, olan bütün parayı veririm. Ya da kartı ve şifresini vereyim köşeden siz çekin parayı.

Andy’le göz göze geldiler. Elbette ki bu konuşulanları anlıyordu. Çok saçma olmasına rağmen bir an düşündü, hırsıza yanlış şifre verip ondan kurtulabilirlerdi. Gerçekçi gelmedi bu, adamın o kadar aptal olması için dua edebilirdi.

-Bankaymış. Tövbe tövbe… Elektroniklere bakıyorum da… Bu siyah telefon sizin mi?

-Eşimin ama alsanız da işinize yaramaz. Kendisi yabancı olduğu için yurt dışından gelen bu telefonu pasaportuna kaydettirdik, başka sim kartla çalışmaz.

-Peki bu kırmızı telefon? Bunu mu kullanıyorsunuz siz?

-Farkındayım çok eski, ben de yenisini alacaktım… Şöyle aplikasyon indirebileceğim bir telefon ben de istiyorum elbette.

-Yani kusura bakmayın da benim çocuğum bile kullanmaz bunu.

-Ben daha önce tam 4 telefon çaldırdım bu yüzden de pahalı bir şey alamıyorum!

Bunu dediği anda Aslı birden adamın orada bulunma sebebini hatırladı. Bugüne kadar kimse evine, bu kadar yakınına gelmeye cesaret edememişti ama defalarca çantasını çaldırdıktan sonra her seferinde ne kadar öfkelendiğini anımsadı. O hiddetle nihayet yürümeye başladı ve oturma odasına, adamın karşısına geldi.

-Ne alacaksanız alıp gider misiniz artık?

Peşinden gelen Andy yaşadıklarının gerçek olduğuna inanamıyordu. Her halde bir rüyanın içindeydiler. Aslı’yı nasıl kontrol edeceğini bilemedi, adamın yanında İngilizce konuşmaya da korkuyordu. Ya silahı varsa, ya şu Allah’ın cezası sprey…

-Televizyonunuz güzel ama çok büyük, taşıyamam.

Birden Andy’nin cılız sesi yükseldi, artık hırsızın gözlerine bakıyordu:

-Daha yeni bir sürü film aldık, Bluray, bunlar çok değerli…

Birden Aslı’nın bakışını fark etti ve saçmaladığını anladı. Aynı anda başka bir fikirle gölgelendi aklı, ya hırsız Bluray oynatıcının farkına varıp onu götürürse… Kaç ay beklemişlerdi onu almak için…

Orta boylu, esmer yüzlü adam yavaş bir hareketle kapının yanındaki anahtara dokunarak ışığı açtı. Sokak lambasının içeri süzülen ışığı, yerini gerçekliğe bıraktı. Adamın elinde silah ya da bıçak yoktu ama üstündeki ince ceketin cepleri şişkindi. Üçü de temkinli bakışlarla, soğukkanlı bir şekilde birbirini süzmeye başladı. Tavşan desenli, kısa paçalı pijamaları içindeki kadın çok da endişeli görünmüyordu. Otuz beş yaşlarında olmalıydı. Polisi aramak için telefona saldırmadı. Evin giriş kapısına yaklaşmaya da çalışmadı. Siyah, dalgalı saçları vardı. Yanındaki uzun boylu genç adam kesinlikle hırsızdan daha atletikti. Boyuna göre inceydi ince ama sağlam bir görüntüsü vardı. Yavaş adımlarla televizyona doğru yürüyen orta boylu adam ise hiç de zayıf değildi. Yine de çevik olmalı diye düşündü Andy, yoksa nasıl balkona ulaşıp buraya girebilirdi… Aslı ise adamın yüz hatlarını inceliyor, onun çok da kötü biri gibi görünmediğine inanmak istiyordu.

Sessizliği bozan hırsız oldu:

-Takılarınız nerede?

-Yatak odamda aynanın önünde bir şeyler var ama çok değerli değiller. İsterseniz getireyim.

Aslı gerçekten de bir avuç takıyı getirdi. Arada gümüş olduğu belli, hafif kararmış birkaç küpe vardı.

-Yani aslında biz bütün takıları bu evi almak için harcadık. Bakın şunlar da gümüş zaten, bu da gümüş bir yüzük bilmem işinize yarar mı?

Bu son gösterdiği beyaz altın yüzük, tanınmış bir tasarımcı işiydi ve Andy’nin düğün hediyesiydi. Arkadaşlarının o güne kadar “Aaa, gümüş değil mi o?” diye dalga geçtiği yüzüğünü kaptırmaya hiç niyeti yoktu. Zaten değerli tek takısıydı. Andy ise bu durumdayken Aslı’nın o yüzüğü korumasına, böyle doğal bir şekilde yalan söylemesine inanamıyordu.

Hırsız pek ilgili görünmüyordu. Burada ne işim var diyen bir ifade almıştı yüzü.

-Ama bakın bu bileklik beyaz altındır, bakın kenarında ayarı da yazıyor. Taşı da pırlanta.
Birden yüzü aydınlandı hırsızın. Nihayet çıkıp gidebilirdi bu evden. Hırsızın düşündüğünün aksine, taşı değerli bir şey değildi ama gerçekten altındı. Neyse ki bu bilekliğin takımı olan kolyeyi yatağının köşesine sıkıştırmıştı Aslı.

Andy her zamanki gibi geri plandaydı, konuşmak istediklerini de anlatamazdı zaten. Koltuğa oturmak istedi ama hala yanlış bir şey yapmaktan korkuyordu.

Hırsız yüzükle ilgilenmedi, bilekliği cebine koyarken son bir kez şansını denedi:

-Yani size hiç takı makı takmadı mı ailesi?

Son sözü söylerken gözlerini Andy’e dikmişti.

-Eşim yabancı olduğu için… Onlarda bizimki gibi adetler yok.

Aslı samimi davranmaya çalıştı. Yüzüğü korumaya kararlıydı.

-Nakit para yok, takı desen bir bu… Telefonu da pasaportuna kayıtlıymış. Alsam ne olur, ben bunu kırdırmasını bilirim de vifi’si bile yoktur bunun, kim ne yapsın…

İlk defa ciddi ve uzun cümleler kurmuştu hırsız. Kabalaşmaya başlıyordu. Aslı ürperdi bir anda. Sabahın ilerleyen saatlerinin yorgunluğu, oturma odasına çökmüştü. Andy, ne versek de bu adamı göndersek diye düşünüyordu.

Kısa bir sessizliğin ardından hırsız Aslı’nın yüzüne bakarak Andy’i işaret etti:

-Af edersiniz de Türklerin suyu mu çıktı da bununla…

Aslı daha önce defalarca başına gelmiş durumların refleksiyle:

-Siz ne diyorsunuz?

Durumu anlayan ve Aslı’nın öfkesini çok iyi tanıyan Andy başlarına geleceklerden tedirgindi. Her zamanki gibi sakin ve medeni bir şekilde konuşmak ve evlerinin ortasında duran bu adamdan kurtulmak istiyordu. Bir de şu deyim… Su mu dedi adam, Türklerin suyu mu… Ne demek istemişti?

-Sünnetli mi şimdi bu? Değildir…

Aslı neredeyse tırnaklarını çıkarmış bir anne kedi gibiydi. Ama bunu fark etmeyen adam konuşmasını sürdürdü.

-Bizim mahallede biri gâvurla evlenmişti.

-Gâvur mu?

-Yani yabancı, kusura bakma abla…

-Abla?!.

-İşte o kız yabancıyla evlenince caminin imamı söyledi. Aslında Müslüman erkek yabancı kadın aldığında kadın Müslüman oluyor ya, evlilik de kabul oluyormuş. Ama erkek yabancıysa, yani af edersin, nikâh sayılmazmış.

Andy burada “yabancı” dışındaki sözcükleri pek anlamadı. Ama Müslüman sözcüğü geçtikçe Aslı’nın bir anne kediye dönüştüğünü gördü.

Sizli bizli konuşmalardan tekil kişiye nasıl geçtiklerini anlamayan Aslı, adamın gözlerine delici bir bakış attı.

-Camiye gidiyorsun yani?

-Bazen…

-İmam hiç “çalmayın” demiyor mu? Benim kocam bana haram da benden aldığın şu altın mı helal be adam?

Sesi iyice yükselen Aslı çok ince bir çizgiye eşit uzaklıkta sınırlara gidip geldiğinin farkına vardı. Andy’nin yüzüne bakmamaya çalışıyordu çünkü şu an onun gücünü kırabilecek tek şey, bir yavru kedi şaşkınlığıydı. Ama ya hırçınlığıyla hemen şimdi bu adamı gönderecekti ya da hırsız onların canını yakacaktı. Aslı hızını düşürmemeye karar verdi. Son viraja dayanmıştı.

-Adam, sen benim ne çektiğimi biliyor musun bu milletten? Yok kocam mıymış, yok nasıl olurmuş, ailem ne demişmiş, sana ne adam? Nereye gitsem zaten turist fiyatı, herkes bizde para var sanır, kocam yabancı ya, oh herkes dolandırsın bizi. Al sen gördün, çok mu param var, mücevher mi var bu evde? Bak artık canıma tak etti, yıllardır çektiğim her şeyin acısını senden çıkarırım. Şimdi öyle bir çığlık atarım ki bütün apartman ayağa kalkar, yok bizi vurur musun boğazımızı mı kesersin, ne yaparsan yap. Ama ben o çığlığı attıktan sonra sen bu apartmandan çıkamazsın!

Aslı daha lafını bitirmeden hırsız mahcup bir ifadeyle zoraki gülümsemeye çalıştı. Bir yandan da geri geri yürüyordu. Andy’nin kanı donmuştu ama adam gidiyordu işte. Hırsız ceketinin cebinde sadece bir bileklikle hızlı hızlı merdivenleri inerken Aslı’nın nefesi kesilmişti. Kalbinin nasıl attığına inanamıyordu, yavaş adımlarla mutfağa gidip yarım bardak su içti. Yarım bardak da Andy’e uzatırken soğukkanlı görünmeye çalıştı. Dizlerinin titrediğini ona hissettirmedi. Bütün enerjisi çekilmişti ama Andy’nin eleştirilerine, ya şunu yapsaydı, ya bu olsaydı… serzenişlerine dayanamayacaktı. Andy suyunu içerken Aslı normal bir sohbet başlatmaya çalıştı.

-By the way, I should’ve asked him how he climbed up to the 4th floor. (Her neyse, 4. kata kadar nasıl tırmandığını sormadım, keşke sorsaydım.)

Andy, Aslı’ya pek yüz vermedi. Onun çılgın tepkileri yüzünden az önce başlarına gerçek bir bela gelebilirdi. Kapıya yürüdü, adamın gitmiş olduğundan emin olmak istedi. Ses yoktu. Dürbünden baktı, kat da bina da hareketsiz, sabahı bekliyordu. Temkinli bir adam olarak kapıyı açmadan önce zincir kilidi taktı, sonra yavaşça araladı. Hırsızın gittiğinden emin olduğu anda dışarıdan bir tıngırtı geldi. Deliğin dış tarafında Aslı’nın anahtarı sallanıyordu.

Yine kapıda unutmuştu.


Temmuz, 2011



Tuesday, February 24, 2015

Dil fetişizmi...

Theo büyüyor, konuşmaya başladı, ben bir türlü yazamıyorum. Bir yandan bunları kayda geçmeliyim biliyorum ama vakit yok.

Theo 10 aylık civarında ilk defa BABA demişti ve ben 1 gün süreyle aşırı kıskanmıştım Xavier’i. Sonra geçti.

Xavier'in babalar günü hediyesi, Theo hanüz 1 yaşında değilken bu fotoğraflar...

3 Ekim’de, 15 aylıkken ilk defa bilinçli olarak ANNE dedi, içim eridi. Bayıldım. Zaten o zamandan beri de susmadan konuşuyor Theo, çok hevesli. Şimdi 20 aya yaklaşıyor ama 1.5 yaşından itibaren bayağı derdini anlatmaya başladı, bunu hatırlamalıyım. Sözcükleri tekrarlıyor, şarkılara mırıldanarak eşlik ediyor. Evet evet bunları unutmamalıyım!! Ali babanın çiftliği... diyor, “Theo hangi şarkıyı söyleyelim?” diye sorduğumda sallanarak “Annesinin...” diyor, ben devamını getirirken “yavrusu, kuzusu, pamuğu... annesi Theo’yu öpermiş, severmiş...” o da altı çizili sözcükleri aynı anda söylüyor.

Geçen Cuma akşamı ertesi gün teyzeye gideceğimi söylediğimde mesela, “Teyzeyle kek birlikte” dedi, çünkü teyze demek birlikte kek yapmak demek! Kapıyı açtığımızda önceki gün markette verdikleri balonu görünce “Abla balon verdi.” dedi, evet yan yana 3 sözcük... henüz 19 aylıkken... Ben afalladım! Bugünlerde çok oluyor böyle. Abim de benim şaşırmama şaşırıyor, Theo almış başını gidiyor sen niye şaşırıyorsun, diyor... :)

Şimdilerde sabahleyin, akşamleyin gibi laflar ediyor bizim minik. Theo henüz dışarı çıkamayız dediğimde “Erken.” lafını yapıştırıveriyor. Ben “yapalım mı” “geldik mi” gibi soru cümleleri kurduğumda soru sözcüğü mı/mu’dan hemen önceki fiil çekimiyle cevap veriyor: Yapalım mı – yapalım, gitsek mi – gitsek, yemek yedik mi – yedik...

Bu ara ben-sen, benim-senim sözcüklerini kavram olarak karıştırıyor. Bu annenin kaşığı, dediğimde sorun yok, cevap: annenin... Ama benim kaşığım dediğimde beni gösterip “Benim” diyor. Bu kısmı biraz kompleks, yine de fiillerin zamanlarına, tekil çoğul ayrımına hakim olmaya başlıyor. Ben yine hayretler içindeyim. Bana böyle konuştuğu gibi babasına da Fransızca cevaplar veriyor!

Theo bilingual dedikleri çift anadilli çocuklardan olacak (umarım!!) ama bu başka bir yazı konusu...

Benim şu an çevremde gözlemlediğim genç annelerin DİL FETİŞİZMİ var... İşte bunu yazmalıyım.

DİL FETİŞİZMİ

Yakınlarım lütfen alınmasın, fetişizm biraz fazla kaçmış olabilir ama dil takıntısı, obsesiyonu falan da diyemedim... Hem başlık dediğin dikkat çekmeli canıım!! ;)

Şimdi orta sınıf eğitimli genç annelerin çocuklarını ite kaka içine soktukları bir dünya var: İngilizce. Aman İngilizce kitaplar okuyalım, hem İngilizce ders verilen bir anaokulu bulalım, haftada 1 İngilizce bir oyun grubuna gidelim, iPad’te İngilizce öğreten aplikasyonlar indirelim... Hani geçmişte bale takıntısı vardı annelerin, şimdi bu boyut değiştirip yabancı dil halini aldı. Günümüzde yabancı bir dil konuşmanın gerekli olmadığını söyleyecek halim yok, hele benim hiç yok! Ve elbette kanıtlanmış bir sürü araştırma var, erken çocuklukta dil öğrenmek çok daha kolay. E ben de aksini savunamam, sadece babasının konuşmasıyla Fransızca öğreniyor Theo. Ama bence biz ebeveynlerin burada kaçırdığı bir şey var: Bir dili incelikleriyle öğrenmenin ve kendini iyi ifade edebilmenin dayanılmaz cazibesi...

Eğer çocuk yabancı bir dilde okula gidecekse, aile üyelerinden birileriyle sadece o dilde anlaşacaksa ya da başka bir ülkede yaşayacaksa... Bu durumlarda 2. dilin üstüne düşmek lazım bence de. Ama sadece renkler ve sayılardan ibaretse İngilizce... Birkaç şarkı öğrenmeyle kalacaksa birkaç yıllığına... hele hele anadili olmayan anne-babanın telaffuzuyla öğrenecekse çocuk... Hımmm... Sahi dil bizim için neyi ifade ediyor?

Son aylarda daha önce okuduğum bir şeyi gerçek anlamda keşfettim: Bizler bebeklerimize ve çocuklarımıza dil öğretmiyoruz. Onların beynindeki gerekli yetenekler gelişince onlar kendileri öğreniyorlar dili. Tabii ki etrafta doğal olarak konuşulan dilden bahsediyorum. Bunun için bizlerin onlarla sürekli konuşmamız, yemek yaparken, markette gezerken yaptığımız işleri anlatmamız yetiyor. Onlar zaten zamanı gelince öğreniyorlar. Püf nokta olarak belki çocuk yeni bir sözcük öğrendiğinde onu farklı cümlelerde, farklı kullanımlarla karşısına çıkarabiliriz:
-Kedi.
-Aaa kedi mi Theo? Ne kadar yumuşak bir kedi. Kediye dokunalım mı? Siyah kedi... Kedileri çok seviyorum... gibi.

Ama şimdi bu benim anadilim değilse? Cat, der kalırım orada. Belki kedi için 10 cümle kurarım. Peki gündelik hayatımızı süsleyen binlerce sözcük düşünürsek? Bunun phrasal verb’leri var, the gelir mi başına gelmez mi... durumları var.

Her şeyi bırakın çocuğunuzla anadilinizde sohbet etmenin keyfi var. Kitap okumanın eğlencesi var... Bu arada Theo henüz televizyonla ve çizgi filmlerle tanışmadı. Yaygın bir kanı var, küçük çocuklar çocuk programlarından çok şey öğreniyor. Üzgünüm dostlar, buna hiç inanasım yok. Theo nispeten erken bir dönemde hayvanların isimlerini ve nasıl sesler çıkardıklarını öğrendi. Sadece kitaplardan ve oyunlarımızdan. Bir de gerçekte gördüğü hayvanları daha çok sevdi ve öğrendi. 16 aylıkken Biga’da gördüğü inekler ve atlar onun ilk hayvan dostları oldu ve hiç unutmadı. (Günlerce evin içinde kişnemesini de asla unutmamalı!!)


Ben Theo’nun İngilizce öğrenmemesini savunmuyorum elbette ama ben çocuğumla kendi dilimde konuşmazsam o günün birinde edebiyatın hazzını yakalar mı? Belki yakalar. Peki ileride kendini doğru ifade etmesi ve iyi bir iletişime sahip olması için dilin inceliklerini, deyimlerini, eski ve modern sözcükleri bir arada öğrenmesi hayati önem taşımıyor mu?

Biraz konuları karıştırmış olabilirim, malum uzun zamandır yazmıyorum :) Ama eğer sizler evde İngilizce konuşmayacaksanız o çocuğun haftada 2-3 saat gördüğü İngilizce’nin faydası olacak mı?

Bence bu konu oldukça güncel ve son yıllara ait olduğu için henüz fazla araştırma yok. Ama birkaç sene sonra belki de çocuğun yanında sürekli konuşulmayan bir yabancı dilin çocuğun kafasını karıştırdığını okuyacağız. Tabii şu an için alan memnun, satan memnun. Programına haftada birkaç saat İngilizce koyan anaokullarının aylık fiyatı 2.500 TL’den başlıyor!!

Aslında yabancı dile yatırılan bunca emek ve para (ebeynler için de umut tabii ki) eğitim sistemimizin azizliği. Xavier sadece lisede ve üniversitede gördüğü haftalık 2 saatlik İngilizce’yle gelmiş Londra’ya ve iş bulmuş, çalıştığı işlerde geliştirmiş İngilizcesini. Bakın üniversitede 1 yıl hazırlık yok, Londra’da dil okulu yok... Kayınvalidem mesela, 45 sene önce lisede gördüğü İngilizce derslerinden hatırlıyor, benimle konuşuyor...

Yani mesele gelecek kaygısıysa, günümüzde yabancı dilin “şart” olmasıysa, çocuklarımızı dünya vatandaşı yapabilmekse... Sonuna kadar anlıyorum. Ama küçük çocukların kendi dillerinde oyunlar oynayıp ileride fikirlerini ve duygularını ifade edebilmelerini savunuyorum.


Bu yazıya bırakılacak yorumları sabırsızlıkla bekliyorum. Lütfen fikirlerinizi paylaşmaktan çekinmeyin!! :)   

Monday, June 30, 2014

Başlangıcın hikayesi...

Harika bir İtalya tatilinden döndük. Sonra yazacağım. Valizler mutfağın ortasında, kirliler, çantalar... Ama yine de yazacağım.

Floransa'da soruyorum, yakinda kac yasinda olacaksin Boncuk?!

Az önce hatırlattı Xavier, “Geçen yıl tam bu saatlerde ne yapıyorduk? Her şey oldukça normaldi... değil mi?” Evet, dün gibi hatırlıyorum o saatte Vampir Günlükleri’ni izliyorduk. Akşamüstü ablam uğramış, Theo’yu yatıracağımız sepeti bırakmıştı. Aşağı inmiştim ve sepeti yukarı taşımayı teklif etmiştim. Ablam enerjime şaşırmıştı... Sonra sevgili İlke ve Edwin ziyaret etti bizi. Karnım ne aşağı inmişti ne de yürümemi zorlaştırmıştı. O yüzden çok emindim, daha 1-2 hafta olmalıydı doğuma! İlkeler gidince çok çabuk bir şekilde dolapta kalan yemekleri yedik. Bulaşık makinesi temizlerle doluydu ve hiç yapmadığımız halde o akşam yediklerimizin bulaşıklarını lavabonun içine bırakıp dizi izleyip yattık. Bulaşık detayı da nerden çıktı diyenlere açıklama, biraz daha okuyun...

O gece her şey normal şekilde yattık. Ama ben gece 2 gibi uyandım. Hafif karın ağrıları hissediyordum ama doğum sancısının ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Birkaç kere tuvalete uyandım, geri yattım falan derken kasıklarımın iki yanında aynı anda gelen sancılar hissettim. Xavier’i uyandırdığımda saat 3 ile 4 arasıydı. Suyum gelmişti sanki ama onu da çok anlamadım çünkü öyle filmlerdeki gibi foşş diye gelmemişti. Az az bir ıslaklık hissettim. Saat 4 olduğunda ben pilates topumun üzerinde hafiften oryantal yapar gibi kıvırtmaya başlamıştım. Bir süre önce edindiğim ama yeterince pratik yapamadığım nefes çalışmaları CD’sini koydum CD çalara. Julia’nın yolladığı doğum notlarına bir türlü bakmadığım için müthiş kızgındım kendime. Bu arada Xavier ne yapıyordu? Şaşkın bir halde, eli ayağına dolaşmış şekilde bulaşık makinesini boşaltıyordu!! Çünkü biberon, göğüs pompası gibi bir sürü ıvır zıvır aksesuar vardı hastaneye götürmek istediğim ve bir tek onlar yıkanmamıştı. Onları yıkayıp sterilize etmemiz gerekiyordu ki lavabo doluydu, bulaşık makinesini boşaltıp lavabodaki kirlileri yerleştirip öyle yıkayabilirdi biberonları... Böylece bütün işleri tamamladık, benim sancılar 10 dakikaya, 5 dakikaya düştü ve hadi artık hastaneye gidelim dedik. Ama bu sancı meselesi de filmlerdeki gibi değildi. Önce Xavier’in omuzlarına tutunarak asıldım. Fena değildi gerçi ama ne zaman ki dizlerimin üzerinde durup koltuğa kollarımı uzattım, işte buydu! En rahat pozisyonu bulmuştum ve sancı geldikçe hemen yere, dizlerimin üstüne indim. Bu sırada Xavier de belimi ovuyordu, üzüm çekirdeği yağını lavanta yağıyla karıştırmıştı ve hiç de fena değildi... Bu yüzden hastaneye giderken hep eve geri gönderileceğimi düşünmüştüm, doğum daha komplike olmalıydı!!
Tabii ki sokağın başındaki fırın sabahın 6’sında servis aracına poğaça yetiştirmekle meşgul olduğu için taksi kapımıza kadar gelememişti. Xavier elinde bir küçük valiz, sırtında da bir çantayla yürüken ben de elimde pilates topumla hem hafif sancılar çekiyor hem de fırıncıya söyleniyordum. Ya ambulansa ihtiyacım olsaydı? Çok şükür ki yürüyebiliyordum! Aslında saat 6 olmasa, bizi bu halde bir de şıpıdık terliklerimizle görenler pikniğe gittiğimizi düşünebilirlerdi, bir küçük tüpümüz eksikti.

Takside rahattım. Xavier çok heyecanlıydı. Hastaneye vardığımızda saat 7’ye geliyordu. Gece vardiyasından kalan uykulu görevliler bizim kayıt işimizi yavaştan alırken bir sancı geldi bana. Pilates topumu yanıma bırakıp duvara kapandım hemen. Aslında saklambaç oynarken gözlerimizi yumduğumuz o sahne gibiydi. Ama ben 20’ye kadar saymak yerine nefesime konsantre oluyordum ve Xavier’e bağırıyordum, “Çabuk masaj yap!” Elbette bu sahneyi izleyen kayıt görevlilerinin uykusu açıldı ve siz yukarı çıkın biz kaydınız yaparız, dediler. Dişlerimin arasından “Bir durun, sancı çekiyorum burada!” dediğimi hatırlıyorum. Birkaç saniye sonra ben de hayat da normale dönmüştük ve gülümseyerek yukarı çıktım. Bir doktor beni muayene edecekti ve büyük ihtimalle beni eve yollayıp biraz sancı çekmemi tavsiye edecekti... Oysa ilk muayenede 5-6 cm açılma olduğunu ve yatışımın yapılacağını söylediler. O an gerçekten çok şaşırmıştık! Hamileyken harika bir destek aldığım kendi doktorum o hafta tatildeydi ve sadece son muayenede gördüğüm doktor doğumuma girecekti. Ama ben bu konuda çok rahattım çünkü alt komşum Elif’in de başına aynısı gelmişti ve doğumunu yaptıran bu bayan doktordan çok memnun kalmıştı!!

Hastane odamda Xavier’le fotoğrafımız karşımda duruyordu. iPod’umu ve hoparlörünü yanıma almıştım tabii ki ve bir yandan pilates topunun üstünde rahatlarken bir yandan da Pachalbel’in Canon’unu dinliyordum. Tabii benim hazırlığımı ve ekipmanımı gören hemşireler biraz şaşkındı. Aslında ayakta durduğum ve hareket ettiğim anlar sancıyla başa çıkmak çok kolaydı. Saat 7.30 gibi bir hemşire geldi ve bana suni sancı başlatacağını söyledi. Ben kabul etmedim, doğumun kendi zamanında ilerlemesini istediğimi söyledim. Biraz sonra aynı hemşire neredeyse yalvardı, doktorun saat 8 gibi varacağını o gelmeden suni sancının başlaması gerektiğini söyledi. Bu hemşirenin bu hastanedeki son günüydü ve o gün bela istemediği çok belliydi. Ama ben kabul etmedim. Saat 8’de bütün vardiya değişmişti ve benim muhteşem ebem de doktor da hepsi güne taze bir başlangıç yapmıştı. Cici doktorum gelip rahmimin 5 cm açılmış olduğunu ama bu ilk doğum olduğu için çok uzun sürebileceğini, bebeği strese sokmak istemediğini açıkladı. NST cihazında fazla sancım olmadığı görülüyordu ve her nasılsa ikna oldum. Ben de onları sabit ve hafif dozda bir suni sancıya ikna ettim. Bu arada sordum, ortalama kaç saat sürerdi doğması? Ona göre anneme ve ablama haber verecektim... Hiç belli olmaz, akşam üstünü bulabilir, dediler. Ama yine de biraz telaşlanmaya başlıyordum ve ablamı aradım. 30 sn falan konuştuk ki sancı gelince çat diye kapattım telefonu. Tabii suni sancının etkisini NST’de görmek için beni bir 15 dakika yatırdılar. İşte o bölüm korkunçtu! Yatarak sancı çekmek çok sevimsiz, gereksiz bir şey. Ardından hop kalkyım ayağa. Doğum 10 cm’de gerçekleşecekti ama koşturmamak için 9 cm olunca üst kattaki doğumhaneye alınacağımı söylediler bana. Ben yine de annemi arayayım dedim, prensip olarak sancı çektiğim sürede kimsenin hastanede, yakınımda olmasını istemiyordum. Bağıracaksam kendimi rahatlatacak şekilde bağıracaktım ama en sevdiklerim bunu duymayacak, benim için endişelenmeyeceklerdi. Zorlandığımı düşünüp beni ya da doktorları normal doğumdan döndüremezlerdi. Annemi aradım ama açmadı telefonu. Ablam aramış daha sonra, annem atlamış gelmiş hastaneye... Ama tam da istediğim gibi, beni odada sancı çekerken yakalayamadı.

Saat 9’da ebe geldi yanıma, o muayene ederken ben sanki ÖSS sınav sonucumu bekler gibi sordum, kaç santim?? Kaç santim olmasını istersin, dedi kır saçlı canım ebe. 9-10 cm falan olsa keşke, dedim. Sanki loto kazanmışım gibi gülümsedi, 9 cm açılmışsın, hadi seni doğumhaneye alalım güzel kızım, 1 cm’i de orda bekleriz, dedi. Ben bir çığlık attım, muayene sırasında yandaki banyoda bekleyen kocama müjde verir gibi bağırdım, 9 cm olmuş, doğumhaneye gidiyoruz... Bu laf ağzımdan çıktığı anda korku ve heyecanla karışık ağladığımı hatırlıyorum...

Nedenini anlamasam da beni tekerlekli sandalyede asansörle çıkardılar üst kattaki doğumhaneye, pekala yürüyebilirdim oysa. Birkaç medikal işlem, hazırlık... Xavier yanımda elimi tutuyor. Doktorum çok tatlı bir kadın, 35 yaşlarında, muhtemelen 36 beden ve önceki sene doğum yapmış. Süper fit görünüyor gözüme. Her an bana bir sonraki aşamayı anlatıyor, şunu yapacağız bunu hissedebilirsin... Güven veriyor. Hadi deneyelim bir, diyor. Ben bilmiş bilmiş “Ikındıktan sonra uff-uff diye kısa kısa nefesler vereceğim değil mi?” diyorum. Hayır, diyor, sadece normal, dengeli bir nefese dönceksin. E filmlerde öyle yapmıyorlar ama... diyorum, gülümsüyor, Ah bu Amerikan filmleri!! Neyse bu kısmı çok da anlatmamalı belki çünkü en çok zorlandığım bölüm bu bölümdü. Artık ıkınmaya ve bebeği itmeye enerjimin kalmadığını hissetmiştim ve bunu gece yeterince uyumama bağlıyordum. Bir yandan düşünüyordum, gece uyumuş olsaydım, ah gece uyumuş olsaydım ne süper doğururdum! “Bu bebek çıkmayacak!” dediğimi hatırlıyorum, doktor da ebe de gülümsediler ve beni bebeğin elbette çıkacağına ikna ettiler. İkna oldum da. Bir de ağzımın çok kuruduğunu ama inatla bana su vermediklerini hatırlıyorum. Yalvardım da Xavier azıcık pamukla ıslattı dudaklarımı. Ağız kuru olunca ıkınmak çok zor. Bir de bu ıkınma meselesinde dişleri sıkmak gerekiyor ve öyle bir nefes veriyorsunuz ki çığlık atmadan yapmak imkansız. İlk denemede Xavier şok olmuş hatta korkmuş. Sancı kısmını ben o kadar rahat atlatmışım ki doğumhane kısmının da öyle olacağını düşünmüş kocam. Ama bu kısmı biraz farklıydı. Xavier korkusunu bana belli etmedi ve sürekli beni motive etti, çok iyi gittiğimi, harika olduğumu söyledi durdu. Ben artık iyice yorulmuştum ki doktor bebeğin saçlarını gördüğünü anons etti. Hadi bir kere daha dedi ve sonra geldi bebek. Saat 9:48’di. Ben hep bebeğin kafasının çıkış anını doğumla özdeşleştirmişim ama asıl vücudunun ve bacaklarının dışarı çıkışını hissetmek müthiş bir rahatlamaymış. Hele plesantanın doğumu gerçek bir hafiflik hissiymiş...

Bebeği bir şeye sarıp kucağımıza verdiler hemen. Anne, baba, bebek. Tanıştık. Beyazımsı, morumsuydu Theo. Kafasını öptük belli belirsiz. Ne hissettim? Zafer. Başarmıştım. Epidurale de gerek kalmamıştı...

Annem ablamdan haberi alıp yola düşmüş ve hastaneye vardığında odamızı ararken fotoğrafı ve pilates topunu görüp tanımış. Doğumhane kapısına geldiğinde son çığlığımı duymuş, kötü olmuş ama ardından bebek ağlaması gelmiş. Sormuş ve öğrenmiş, bebek erkekmiş! 9 aydır merakla bekledikleri cevap...

Sonrası zaten malum. Ben hamileyken doğuma o kadar konsantre olmuşum ki, asıl hikayenin burada başladığını bilmiyormuşum. Hastanedeki o gün kahraman gibiydim, zafer kazanmıştım, başarmıştım işte ama annelik hakkında en ufak bir fikrim yoktu!


Theom yarın bir yaşında olacak. Tam bir yıl önce bu saatlerde yatmaya gidiyordum. Yaklaşan bir yılınsa bütün bu yaşadıklarımı bana vereceğini hiç mi hiç bilmiyordum. Oğlum benim, tatlı boncuğum... Ne güzel geldin dünyaya. Hikayen hep böyle güzel olsun!